2011 Uludere katliamı: 29 Aralık 2011. http://yalnizdegilsinvan.wordpress.com

30 Temmuz 2010 Cuma

Arabesk Genellemeleri

Fazıl Say'ın "Türk halkının arabesk yavşaklığından nefret ediyorum" sözleri çok çeşitli mecrada fazlasıyla tartışıldı. Tartışmalar, beni hiç şaşırtmadığı üzere, en nihayetinde bir politik zemine çekildi: Fazıl Say elitist, Kemalist, halktan kopuk vs.
Üstteki yaklaşım doğru ya da yanlış demiyorum, ki "aydın"ın "ben toplumu düzeltmeliyim" misyonunu uygularkenki hezeyanları malumdur. Şahsen ben de burada gördüğüm tutarsızlıkları yazıyorum sürekli, birilerine çemkiriyorum ve de Fazıl Say tavrına giriyorum belki. Bu konuda da eleştiri gelir.
İşte bu noktada, Fazıl Say'ın, ya da genel olarak "aydının", niyetinden çok dediğine bakıp da onu tartışmak daha sağlıklı olacaktır. Yani Fazıl Say'ın "ben toplumu şekillendireceğim" misyonunun ona yakışıp yakışmadığı değil, o misyon doğrultusunda ortaya koyduğunun niteliği tartışılmalı.
Bu yazıyı yazma niyetimi canlandıran, Gürer Aykal'ın bu konuyla ilgili yazısında yaptığı bir tespit. Yazının kendisi ayrıca, Rönesans dinamiklerini gözardı ederek, halkın tepeden inmeci aydınlanma yaşama sürecinin baltalanışından şikayetçi, ki bu temel yanlışı belki başka zaman uzun uzun tartışırız. Ben özellikle şu cümleye bakmak istiyorum:
"Elbette arabesk müzik insanın beynini uyuşturmakta, zihni yavaşlatmakta, mücadele azmini yok etmektedir."
Bu konuyla ilgili, ben de ufak bir Fazıl Say iken, yıllar önce kesik'in araştırma için gittiğimiz kütüphanede bulduğu bir kitabı okumuştum: Meral Özbek'in yazdığı "Popüler Kültür ve Orhan Gencebay Arabeski" adlı. Oradan hatırladıklarımı (daha doğrusu oradan hatırladığımı sandıklarımı) aktarayım.
İlk çıkış döneminde arabesk müzik, içinde politik bir potansiyel taşıyan bir müzik. Orhan Gencebay'ın ilk dönem şarkılarına baktığımızda da, o toplumsal kaosta, "daha adil bir düzen" arayışının simgesi olduğunu görebiliriz mesela. Zaten arabesk müzik, çıkış itibariyle kente gelen kır kökenlilerin uyum sağlamasının müziğidir en kısa tanımıyla. Kentte görülen çok seslilik, orkestral aranjmanlar vs., geleneksel yapıyla birleşip, sözlerle de anlamını bulmuştur.
Eğer arabesk müzik, gerçekten Aykal ve Say'ın anlattığı gibi "uyuştursa" idi, ne o toplumsal infiali yaşardık 80 öncesi dönemde, ne de CHP "arabeskçi gecekondu"ların oyunu toplayabilirdi.
Esas sorun, her zaman olduğu gibi 1980 sonrası toplumun yeniden şekillendirilmesinde ortaya çıkıyor. Ümit Besen'in, Cengiz Kurtoğlu'nun, Nejat Alp'in ortaya çıktığı; Orhan Gencebay'ın politik motifini bir kenara koymak zorunda kaldığı, arabesk müziğin sol'dan sağ'a geçtiği dönem bu dönem. Muhsin Bey filminin yakındığı da bu dönemler.
1980 sonrası arabesk müziği eleştireceksek, o müziğin eklemlendiği, darbenin ve ANAP'ın şekillendirdiği neo-liberal toplum yapısından bağımsız bir eleştiri yapamayız. O dönemin herkese empoze ettiği apolitikliği atlayamayız. "Arabesk yavşaklığı" diye analiz yapmak, bir çok dinamiği atlamak demektir. Daha bu analize Gencebay ve Tayfur'un 80 öncesi ve sonrası sinema filmleri konur, Ahmet Kaya konur...
Ki ondan sonra sorarlar adama "klasik müzik mi kitleleri gaza getiriyordu, beyinleri ayakta tutuyordu 80 öncesinde?" diye. Hadi Fazıl Say'ın yaşı yetmiyor olabilir de, Aykal'ın bu dinamikleri bilmemesi ihtimali yok.
O yüzden bu "arabesk mi, ıyyyy, kitlelerin afyonu" edebiyatını, bu boş ve tutarsız genellemeyi aşması gerek aydın kesimin. Arabesk müziğin dönüşümü üzerine konuşmadan bu tür çıkışlar ile ne üzüm yenir, ne bağcı dövülür.

28 Temmuz 2010 Çarşamba

Bir Portre: Ertuğrul Özkök

Bu adam, Türkiye basınının başına gelmiş en büyük lanetlerden birisidir. Yılmaz Özdil, Mehmet Yılmaz, rahmetli İlhan Selçuk, Fatih Altaylı falan eline su dökemez.
Kendisi bugünlerde "ırmak kıyısı"nda oturan "demokrat" oldu ya, vukuatlarını hatırlayalım bir. 4 Temmuz 1993, Sivas Katliamı sonrası şunları diyebilmiş birisidir demokrat Özkök:
"'Düşünce hürriyeti' etiketi altında gereksiz tahrikler yapan, en gelişmiş demokrasilerde bile provokasyon olarak kabul edilebilecek davranışlarda bulunan kimseler, Sivas'ta ortaya çıkan bu sonucu dikkatli bir şekilde değerlendirmek zorundadır. "Şeriat ayaklandı" deyip işin içinden çıkmak isteyenler, olaylar sırasında çekilen fotoğrafları dikkatle incelenmelidirler. O fotoğraflarda neden yeşil bayrak değil de Türk bayrağı taşındığının ciddi bir tahlilini yapmalıdırlar."
16 Temmuz 2010 tarihli yazısında Kardak krizini övünerek anlatmış, bunun üzerine Altaylı'dan olayın nasıl geliştiğine dair bir anı yazısı gelmiştir. Burada anlaşılmaktadır ki, Özkök olayları abartarak kriz çıkartmayı kendisine misyon biçmiştir.
Ahmet Kaya'nın malum konuşmasından sonra photoshop'lu fotoğraflar ile iftirada bulunan, Ahmet Kaya'yı bitirmeye ant içen yine Özkök'tür, geçenlerde yazmıştık o hikayeyi de. Ahmet Kaya'nın "birkaç şerefsiz yüzünden başıma gelenlere bakın" sözünü "Vay şerefsiz!" manşetiyle, "Türk milletine şerefsiz dedi!" altmetni ile basan da Özkök.
Kendisinin Güneş Taner ile teşvik takibi için telefon kayıtları iddiaları da var, o konuda da hiçbir yalanlama gelmedi kendisinden bu kadar yıl. Eh, diğer olaylar unutuldu, bu da unutulur tabii n'olacak?
Şimdi uzzuuuun uzun anlatmaya gerek yok, yer israfı. Daha Hrant Dink olayından, şaraplarından, "ben solcuyken" ayaklarından, patron yağlamalarından, Emin Çölaşan ve Bekir Coşkun ile yaşadıklarından falan da bahsedebiliriz, ama gerek yok. Çok merak eden ekşisözlük'ten girer okur başlığını.
Benim dediğim şu ki; bu adamın "çok da demokrat, ah ne kadar mantıklı konuşuyor" falan diye ileri atılmasına deli oluyorum.
Hani arada bir hatırlayın bu "dönem adamı"nın ne olduğunu, sonra konuşuruz.

27 Temmuz 2010 Salı

Temizlik İmandan Gelir

AKP bugün zombileşme sürecinde çok önemli bir adım attı.
"Çevre illerimizin valileri burada, bölge komutanlarımızın hepsi burada, emniyet burada... Bu Amanosları temizleyin diyorum. Ne yaparsanız yapın. Amanosları temizleyin."
Bu lafı eden, bir provokatif gazeteci, bir politik fanatik, bir kıraathane sakini değil. Bu lafı söyleyen adam, bu ülkenin İçişleri Bakanı. Altındaki kuvvetlere emir veriyor, "ne yaparsanız yapın, temizleyin."
Ne yaparsanız yapın? Köy yakın, işkence yapın, bombalayın, yıkın, süründürün. 1990'lara geri dönün. Yetmezse 1970'lere. O da yetmezse 1915'e kadar gidebilirsiniz. Ne-yaparsanız-yapın...
Benim önerim, Beşir Atalay'ın Osman Pamukoğlu'na danışması. Çünkü o da bilir bu işleri, ne demişti? "365 günde dağları temizlerim."
Şimdi buna "Ama işte BDP AKP'nin elini zorluyor, seçimler öncesi AKP'nin otoritesini koruması lazım, AKP cici çocuk" falan diye savunma yapılacaktır. Şu soruna yaklaşmanın, bu durumda yapılacak açıklamanın milyon türü var. Özellikle bu seçilmiş, ama okunsun mavallar, dinleyen çıkar elbet.
Aslında bir yerde haklılar. AKP hala daha Çiçek gibi parti.

26 Temmuz 2010 Pazartesi

Berat Kandili

Bugün Berat Kandili (Gecesi). Popüler inanış, bu gecenin komple beraat gecesi olduğuna dair bir yarı-yanılgı uyandırmakta.
İnanışa göre bu gece, insanların bir yıllık eylemlerinin, doğacakların, öleceklerin vs. kayda geçtiği gece. Bir nevi bir restart. İşte bu yüzden, eğer bu gece tövbe edersen eğer ve bundan sonra da günah işlemezsen, günahlarının affolunacağı gibi bir mantık yürütülüyor. İnananlara bol bol dua ve ibadet etmeleri öğütleniyor.
Fakat bu mantık öyle acayip yerlere geliyor ki, insanın şaşırmaması elde değil. Bir samanyoluhaber linki gördüm ki, İslam'ın sözde karşı olduğu her şey var orada. Manşet şu: "Berat Kandili'nde affa erdiren dua."
İslam'da böyle "günah çıkarma" gibi metodik şeyler yok. Yani "şu duayı edersen günahların affolur" gibi bir yaklaşım, tam da o karşı olunan kilise yaklaşımı gibi. "Peder ile konuşursan günahların affolunur" ile, "Berat Kandili'nde şu duayı edersen günahların affolunur" arasında bir fark var mı?
Hani duanın dili olmazdı? Hani Yaradan, yakaranın samimiyetine bakardı? Burada araya bir otoritenin girmesi, bir dua otoritesinin atanması, İslam'daki Yaradan felsefesine ters değil mi?
Bu tür spesifik "şu dua şu amaca yarar" acayipliklerinin zirvesi "enkaz altında kalınca ölmeme duası"dır benim gözümde -internette bulamadım, lakin yerel olarak duymuş görmüştüm bunun sağda solda dolaştığını-, lakin bütün bu "şu duayı edin ki şu olsun" kurumunun garipliği beni şaşırtmakta, onu söyleyeyim.
Ha, bu konuları düşünmek milyon mümin varken bana kalmadı tabii; fakat bir ikiyüzlülük varsa ortada bilelim de ona göre düşünelim.

24 Temmuz 2010 Cumartesi

Değişmez Doğrular 2.0

Daha önce burada fikir tembelliği ve onun getirdiği çelişkiler ile ilgili bir yazı yazmıştım. Orada temel olarak, insanların fikirlerine dayalı olarak bazı objeleri "değişmez doğru" olarak aldıklarından, zamanla o objelerin de insanların fikri haline gelmesinden bahsetmiştim. Yani sizin fikirleriniz zamanında sizi AKP'ye yöneltmiş diyelim, bir yerden sonra o ilk aşamadaki fikirlerinizi unutup, tek fikrinizi AKP savunusu haline getiriyorsunuz, çünkü hayat öyle daha kolay.
Bu hastalığın ilerlemiş hali de varmış, yakın zamanda bunu tecrübe ettim. Bu seferki fenomenimiz, ideoloji doğrultusunda algıyı kapatmak şeklinde oluyor. Değişmez doğru bir obje olmadığı için, objenin ortadan kalkmasıyla kurtulunacak halde olmuyor kişi. Artık ideolojiyi, bir şekilde, kökünden sallamak gerekiyor. Bu çok tehlikeli bir durum.
Ara not: Kişisel iletişime saygımdan dolayı olayın muhattabı kişi veya kişilerin ismini vermeyeceğim, yorumlarda da kişiden çok mefhuma yönelik konuşulursa sevinirim.
Efendim, birkaç gün önce yaşadığım bir tartışmada, konu Abdullah Öcalan'ın Kürtçe konuşup konuşmadığına geldi. Karşı taraf, çok normal bir şekilde, Öcalan'ın aslında Ermeni olduğunu ve de tek kelime Kürtçe bilmediğini söyledi. Bu iddia çok şaşırtıcı olduğundan internette ufak bir araştırma yaptım, ve de bol miktarda Öcalan'ın Kürtçe konuştuğu videoya rastladım. Karşı tarafa da "eh ama bunlar var, nasıl yani düzmece mi şimdi bu?" şeklinde bir soru yönelttim. Aldığım yanıt ise bir facebook linki idi. Burada bir makale vardı, makaleyi yazan belli değildi, makaledeki iddialar "bunu biliyor musunuz?" şekilndeydi ve bir adet kaynak yoktu, tamamen kıraathane dedikodusu tadındaydı. Ki makalede çok bariz bilgi yanlışlıkları da vardı.
Burada ideoloji öyle bir perde haline gelmiş ki, kişi Öcalan'ın ayan beyan Kürtçe konuştuğu videoyu algısının ötesine atıp, o Facebook linkinde okuduklarına inanma yoluna gidiyor. Birincil kaynaktan alınan bilgi yerine, ikincil (ve hatta üçüncül) kaynaktan alınan söylentiyi yeğliyor. Birincil kaynaktaki bilgiyi sorgulama, analiz etme, geçersizleştirmeye çalışma falan bile yok.
İlk yazımda anlattığım fenomene açıklama bulabilmiştim de, buna dair hiçbir yorum getiremiyorum cidden. Tek açıklamam "beyin yıkama", ötesi yok.
Fikir tembelliği şeklinde tasvir ettiğimiz mefhum, ileriki aşamada çok ciddi tembellik boyutlarına ulaşabiliyor, aman kendinizi sakının.

23 Temmuz 2010 Cuma

Sosyal Eşitsizlikler Konusuna Genel Bir Bakış

Sağ eğilimlilerin 'sosyal tabakalaşma', sol eğilimlilerin 'sosyal sınıf' dedikleri sosyal eşitsizlikler kavramının toplumu anlamanın anahtarı olduğunu düşünüyorum. Doğa bilimlerinin bize tanımını yaptıkları dünya yuvarlaktır ve 'daire' insanlığın bugüne kadar keşfettiği en ideal şekildir. Daire idealdir, çünkü merkezden eşit uzaklıkta noktalardan oluşur. Eşitliğin resmi yapılmak istenirse bu kesinlikle daire olmalıdır. Ancak sosyal bilimlerin tanımladığı dünya daire değildir; piramittir. Piramitte yukarıdan aşağıya doğru bir yapı vardır. Toplum piramidal olduğu için hiyerarşik bir yapıdadır. Hiyerarşi eşitsizlikleri gösterir ve toplum yapısı gereği eşitsizliklerden oluşur. Toplumdan söz etmek için binlerce veya milyonlarca insana gerek yok, en az iki kişinin yaşadığı yerde toplumdan söz edebiliriz. Hatta biraz daha ileri gitmek gerekirse biz tek başımıza iken de toplumu oluşturabiliriz. Çünkü kendi içimizde de hiyerarşi yaşarız. ''Toplum hiyerarşiktir'' demek, ''toplum güç ve iktidar ilişkilerinden oluşuyor'' demektir. Toplum bir iktidar ilişkileri şebekesidir. En aşağıdakiler var güçleri ile yukarı çıkmak isterken, yukarıdakiler yerlerini korumak isterler. İktidarın burdaki işlevi ise; topluma rağmen birşeyleri dönüştürme çabasıdır. Bu yönü ile sosyal eşitsizlikler sistemi aslında bir iktidar eşitsizlikleri sistemidir. George Orwell, Hayvan Çiftliği'nde ''Bütün hayvanlar eşittir; fakat bazıları daha eşittir'' der. Orwell bu sözü ile hiçbir zaman eşitlikten söz edemeyeceğimizi vurguluyor. Eşitlik sadece bir yerde vardır; o da ÖLÜM'dür. Bütün insanlar ölüm karşısında eşittirler. Eşitlik ve özgürlük ideallerimizdir; bunlar ideallerimizdir çünkü YOKTUR! Özgürlük ve eşitlik birbiri ile çelişir. Eğer özgürlük ağır basarsa eşitsizlik artar ve eşitlik ağır basarsa diktatörlük ortaya çıkar. Nietzsche'ye göre insanların sahip olduğu en tehlikeli fikir ''eşitlik'' fikridir. Çünkü toplum kendiliğinden eşit değildir. Toplumun eşit olması için dışardan bir iradenin yani iktidarın toplumu eşitlemesi gerekir. Bu durum da piramdin yukarısında olanlara zulümdür. Bu şu anlama gelmektedir; dışardan bir eli gerektirdiği için eşitlik fikrinde ileri giderseniz eşitsizliği farklı bir boyuta taşımış olursunuz. Sosyalizmin handikapı da budur!

Ilımlı İslam Hortladı!

Ne zamandır Yılmaz Özdil'e sallamıyorduk, geri dönelim. Özdil arada mükemmel Türkiye tahlilleri yapar, ama işin garibi bu tahlili istemeden yapar, kendi kendine laf sokarcasına yapar. Mesela 5 Haziran'da bir yazı yazmıştı İsrail'li Gideon Levy adlı bir gazeteciyi öven. Levy'nin, hükümetini masumları öldürdüğü, Filistinlilere eziyet ettiği için eleştirmesi, hain ilan edilme pahasına bunları yazıyor olması çok hoşuna gitmiş. Tabii işin trajikomik yanı, Türkiye'de Levy gibi bir gazeteci çıkıp "Kürtlere eziyet ediyoruz, Ermeni katliamıyla yüzleşmemiz lazım" dese onu ilk hain ilan edecek gene Özdil'dir. İşte bugün başka bir tespit yapmış Özdil, bu sefer Hababam Sınıfı üzerinden. Diyor ki: "Hababam Sınıfı'nda takunyalı-takkeli karakter yoktu, niye? Eskiden de müslümandık ama böyle değildik." Şimdi biri dese ki "bakın işte eskiden dinini özgürce yaşayamıyorlardı, lise portresine mütedeyyin insan giremiyordu" ve Özdil'in bu yazısını örnek verse çok da yanlış yapmış olmaz. Özdil's dilemma v2.0. Daha vahimi ise, bu "eskiden İslam böyle değildi, biz de müslümanız ama öyle yapıyor muyuz"cu ılımlı İslam zihniyeti; ki beni en çok rahatsız eden budur. Bu konuyu daha önce ekşisözlük'te anlattıydım. (link) Modern cumhuriyetin tek tip insan gayreti malum: klasik müzik dinleyen, balolarda ah-hahahaha diye gülen, yemekte löböf dölögöf yiyen ideal. Tabii bunun günümüze yansıması aşağıdaki gibi oldu, çok dramatik oldu ama olsun. Ben de bayağı dağıttım konuyu, toparlayayım. Bu "eskiden de müslümandık, müslümanlık bu değil" tarzı yaklaşımlar beni acayip sinir ediyor. Bir "bu iş böyle olur"culuktan, bir de "ama sen zaten böylesin"cilikten, bir de "adamın niyeti bu"culuktan nefret ediyorum, bu üç tür insanın neslinin tükenmesini diliyorum. Evet.

22 Temmuz 2010 Perşembe

Çakma Demokrasi (Müzikli Post)

Efendim yaz sıcaklarında belki okumak zor gelir, o yüzden derdimizi şarkıyla anlatalım dedik: (aşağıda göremeyen için link) Şarkı oldukça grunge olmuş yalnız, sonradan fark ettim. Alice in Chains etkisi bu.
Türkiye'de örneklerini sıklıkla gördüğümüz " önce kutuplaş sonra savaş" zihniyeti tabii ki Anayasa reform paketi tartışmalarına da bulaştı. "Büyük resmi" kaçırmakta üstümüze olmadığından, ve de hep bir razı olma halinde bulunduğumuzdan ötürü dön baba dönüyoruz gene. İşbu şarkı bu durumu eleştirmekte. Videoda kullanılan grafik çalışmalar ise İç Mihrak (icmihrak.blogspot.com) adresinden alınmıştır, elleri dert görmesin.

Ahmet Kaya ve Umut

Hayat öyle bir şey ki, beklemediğin bir anda unutayazdığın bir şeyi çat diye karşına çıkarıp koyabiliyor. Bana da Ahmet Kaya ile böyle oldu işte, borges blog'unda bir şarkısını koydu, sonra takıldık o günlere.
Ahmet Kaya'yı çocukken hiç sevememiştim. Sevmememin sebebi de müzik falan değil, düpedüz politikti işte. Tekirdağlı biri olarak, Ahmet Kaya gözümde büyük bölücüydü. O ödül töreninde sahneye atlayıp 10. yıl marşı söyleyen Serdar Ortaç'ın gazına gelmiştim. Hürriyet gazetesinde yayınlandığı gibi, Berlin'de Kürdistan haritası önünde konser vermişti.(link) Seksen tane böyle hikaye. Bekir Coşkun'dan Fatih Altaylı'ya, birçok adamın iftiraları.
Tabii sonradan anlaşıldı ki, Serdar Ortaç asker kaçağı olduğundan kendi etinin derdindeymiş (link), Hürriyet'in o yayınladığı fotoğraf sahteymiş (link). Kaya da hakkında açılan davalardan beraat etmiş. Etmiş de, kime ne. Çamur atılmış bir kere.
Her neyse, işte o küçüklük sanrımdan dolayı hep gizliden gizliye vicdan azabı duyarım. Arada o günlere geri döner, idrak etmeye, hafıza tazelemeye çalışırım. Unutmamak lazım çünkü.
Bu sebepten Gülten Kaya'nın konuk olduğu Oradaydım programını izliyordum, o gece Kaya'ya edilen hakaretler vs. Lakin şu videonun 32. saniyesinde görüleceği üzere, orada bir hakaretten öte itham geliyor:
Cırtlak bir ses diyor ki: "Kürt diye bir şey yok, Türksün sen!"
Sene 1999. 21. yüzyıla bir kala, bu memleketin seçkin insanları Kürt diye bir şeyin olmadığını rahatlıkla iddia edebiliyor.
Bu olaydan 10 yıl sonra, artık memleketin %99'u Kürt'ün var olduğunu kabul eder halde.
İşte başlıkta bahsettiğim umudum budur. Ahmet Kaya'nın o büyük kalbinin 43'ünde bu dünyaya yetememesinin bize bıraktığı, şu bağıran kadının neslinin tükenmiş olmasıdır.
Sabır, biraz sabır. Başka bir güvercinin dediği gibi: Su çatlağını bulacak.

14 Temmuz 2010 Çarşamba

Futbolun Anlamı

(Önsöz: Bu post'u esasen Ekşi Beşiktaş'a yazdım, lakin 3 gündür siyaset ile içinizi kararttığımdan biraz farklı bir dala atlamış olmak için, hem de aslında hayat görüşüme dair tatlar içerdiği için buraya da alıntılamayı uygun gördüm.)
Bundesliga pek de haşır neşir olduğum bir lig değildi açıkçası birkaç yıl öncesine kadar. Bunda o lig maçlarına oynadığım bahislerin azamiyetle yatmasının bende yarattığı olumsuz hissiyatın da payı vardır, o farklı kamera açısına alışamamışlığın da. Bir de sonuçta bütün parlaklığı ile İngiltere ve İspanya orada dururken, Bundesliga'ya, biri onu sizin gözünüze sokmadıkça, bakmanız zor oluyor.
İşte bu hikayenin o göze sokan kahramanlarından ilki benim için borges'tir. (Zaten tanımayan yoktur da, şu futbol blogu aleminde bence en sağlam iki yazardan birisidir Noat ile birlikte. Sadece spor değil, hayat konusunda da güzel şeyler yazar ve çoğunlukla da görüşlerimiz örtüşür. Yazdığının arkasını dolduran, sadece nesiresinin ebediliğinden değil esasen fikirlerinden prim yapan bir adamdır. Neyse, bu kadar övgü yeter, çok şımartmayalım.) Borges'in anlatışıyla, maçları izlemesem de Bundesliga'yı yaşar olduğumdan bir kıpırdanma olmuştu zaten.
İkinci kahraman ise FIFA 10. yuki ile yaptığımız maçlarda farklı farklı takımlar denerken (Chievo Verona olmuşluğum bile var) yolum Werder Bremen ile kesişti, ve aman Tanrım o ne kesişim. Gözüm kapalı oynayacak kadar hakim olduğumu fark ettim takıma (Bu hissi veren tek takım Beşiktaş şu oyunda çünkü her oyuncuyu donuna kadar tanıyoruz). Oyuncular tamamen olmak istediğim yere gidiyorlar, defansın fiziği ve ortasahanın direnci tam istediğim gibi, takımın yaratıcı ayakları var... Benim futboldan anladığım sahaya yansımış durumda.
Bunun üzerine bu çok da fikir sahibi olmadığım kulüp hakkında okumaya başladım. Okudukça daha da şaşırdım:
Bir kere adamlar istikrar abidesi. 12 yıldır A takımı aynı teknik direktör çalıştırıyor, 1.likten 10.luğa kadar farklı sıralar almalarına karşın ligde. Ki Schaaf'ın teknik direktörlük kariyerine 1987'de Werder Bremen 17 yaş altı takımı ile başladığını ve sürekli kulüp içinde pozisyon değiştirdiğini düşünürsek (19 yaş altı, B takımı, yardımcılık gibi), 23 yıllık bir kariyere denk gelir bu. Ki zaten kulübün bir başka uzun soluklu teknik direktörü de Otto Rehhagel, kendisi 1981-1995 yılları arasında çalıştırmış kulübü.
Schaaf'ın mütevaziliği de cabası.
Finansal olarak baktığında, Bundesliga'nın en sağlam kulüplerinden birisi. Forbes'ın listesine göre de en zengin kulüpler arasında yer almakta zaten. Ama hikayenin başka yönü de var. Werder Bremen 1971-72 sezonunda büyük paralar harcayarak yıldız transferine yöneliyor, lakin başarı gelmiyor ve kulüp kendisini 2. ligde buluyor. Sonra Otto Rehhagel geliyor, takımı 1. lige çıkartıyor ve deyim yerindeyse sıfırdan başlayarak güce kavuşturuyor bu ekibi. (Bizde Süper Lig'e çıkar çıkmaz teknik direktör değiştiren kulüplere de hafiften laf soktum sayın burada.) Sağlam bir büyüyüş sözkonusu yani.
Kulübün kültürüne gelirsek, Borges'in "Werder Mafyası" başlıklı yazısından bir alıntıyla açıklayayım:
"Mafya kim Werder kim? Kupa finalinden sonra milli takimin kamp yaptigi Sicilya'ya topluca gelislerinden dolayi böyle bir baslik.. Bayern Mafyasi ne kadar uygun düserse Werder topcularindan da mafya olmasi o kadar uygunsuz.. Kluplerin ilginc bir sekilde karakterlerini futbolcularina yansittigini dusunuyorum. Bremen'li Pizzaro,Klose ile Bayern'li Pizzaro,Klose arasinda cok buyuk farklar vardir misal.. Borowski'nin gönderilecegi zaman pek cok Bremenli arkadasim söyle demisti: "
"O Bayern'e gitmelidir, havasindan gecilmiyor, buraya uygun degil.. Aksine tam da Bayern'e göre""
Bu kulüp, benim futboldan beklediğim her şeyi özetler işte. "Akıl" denilen mefhuma kulübün her aşamasında rastlayabiliyorsun. Bugüne kadar bu tarihi okumamama yazıklar olsun, ne heyecandan, ne zevklerden mahrum kalmışım futbol adına.
Ha, belki kulübün içine girdikçe şu anki cazibesini kaybedecek, orasını da bilemem; fakat şu saygı duyulasılık başkadır, o değişilmez.

12 Temmuz 2010 Pazartesi

Anayasa Kampları

Böyle yazınca 1945 Almanya'sına gitmiş gibi duyuluyoruz bir yerde, lakin insanların konduğu pozisyon cidden ondan daha az aykırı değil.
Malumunuz, ülkemizde fikir değil de kişi/olay bazlı siyaset yapılır. Geçenlerde bu fikir tembelliğini eleştiren bir yazı yazmıştım zaten. Anayasa değişikliği referandumuna da farklı bir perspektiften bakılmıyor. "AKP hazırladıysa iyidir/kötüdür" insanlarını etrafınızda serbest salınımda bulabilirsiniz.
Hal böyleyken, pakete tarafsız yaklaşacak kesim ulusalcısız sosyal demokratlar ve liberaller oluyor. Eh, onlar da serbest piyasada kapış kapış gidiyorlar, iki taraf da kendisine çekmeye çalışıyor bu kesimi. Hem de en ucuz retorikle.
Önce Zaman gazetesinin haberinin başlığına bakalım: "12 Eylül, gerçek solcular için kutlama günü olacak". "Gerçek solcu ne demek yahu, böyle saçmalık mı olur?" diye kafayı yiyorsanız, sol.org.tr'nin ona kontrasına yönlendireyim hemen sizi: "Zaman'e solcuları sıraya girdi."
Düşünün ortada bir Anayasa paketi var, paketin içindeki maddelerin çoğunun daha özgürlükçü ve olumlu olduğu (pozitif ayrımcılık, toplu sözleşme vs.) her kamptan insan tarafından kabul görüyor, "tartışmalı" maddeler Anayasa Mahkemesi'nce iki tarafa da şerbet veren bir rötüşa uğratılıyor, her şeyin güllük gülistanlık olması lazım. Fakat olan ne? Gerilim. Hem de "gerçek solcu" yaftası üzerinden insanları kandırmaya çalışan bir ucuzlukla.
Aptallığın cezasız kalması insanlığın en büyük dramı olmaya devam ediyor işte böyle.

SHP Kürt Raporu

Dün Kılıçdaroğlu'nun retoriğine değinmiştik, ama öncelikle türban sorununa odaklanmıştık. Bugün ikinci aşamaya geçelim: Kürt Sorunu.
Öncelikle şunu belirtelim, 90'lı yıllar sosyal demokrasisi için bir Kürt sorunu yoktur, bir Güneydoğu sorunu vardır. Bu sorun da azamiyetle ekonomiktir. Gene Ahmet Taner Kışlalı'dan alıntılayayım kısa kısa:
"Devletin sunduğu hizmetlerden kamuda görev almaya ya da o görevlerde yükselmeye kadar, insanlar etnik kökenlerine göre bir ayrıma uğramazlar. Kürt kimliği sebebiyle bir sorun ortaya çıksaydı, bu sorunun kimlik çatışması olan İstanbul, Ankara gibi yerlerde ortaya çıkması lazımdı, Güneydoğu'da değil. 1991'de HEP ile işbirliği yapan SHP, 13 seçim çevresinde tek milletvekili çıkaramamıştır, HADEP düş kırıklığı yaşamaktadır..."
İşte bu ve bunun gibi sebeplemelerden ötürü, soruna bu yıllarda hep ekonomik gözden bakılmıştır. Temel mantık şudur: Eğer oranın ekonomisi güçlü olursa, oradaki halk asimile olmaya ses çıkarmaz. Ulus-devletçi yapı itibariyle, oradaki kimliği kabul edebiliriz, ama o kimliğin güçlenmesine asla izin veremeyiz.
İşte bu noktada, SHP'nin 1990 yılında hazırladığı Kürt raporu (resmi ismiyle: SHP'nin Doğu ve Güneydoğu sorunlarına bakışı ve çözüm önerileri) önem kazanıyor. Bu önemin birkaç sebebi var:
1. CHP'nin yeniden hazırlayacağı rapor öncesi mantaliteye ışık tutması.
2. Baykal'ın o yıllardaki söylemi ile son söylemlerini karşılaştırıp, CHP'nin Kılıçdaroğlu ile girebileceği rotanın tahmini.
3. Türkiye tipi sosyal demokrasinin yaşadığı hayalkırıklığının analizi.
Raporda da yukarıda bahsettiğim ekonomik söylem ağırlığı var, lakin günümüzde söylenenlerden önemli farklılaşmaların olduğu noktalar da mevcut. Bu farklılığın en önemlisi demokrasi ve insan hakları vurgusu. Bu hususta, OHAL yönetimi fazlasıyla eleştirilmekte, devletin yurttaşına bakışının sorunlu olduğu söylenmekte. Şöyle bir ifade mevcut mesela:
"Olağanüstü yaşam koşulları ve yıllardır süren uygulamalar, bölgede yaşayan insanlar için bir kimlik bunalımı doğurmuştur. Bunalım devletin yurttaşlara bakışı ile ilgilidir. Yanlış yönetim anlayışının yarattığı tepki sonucu olarak yurttaşlar bir yabancılaşma içine sürüklenmektedir. Yörede ciddi bir güven bunalımı yaşanmaktadır.
Silahlı mücadelede doğrudan taraf almayan yuttaşların, kitlesel soruşturmalarla, tutuklamalara karşı karşıya bırakılması, haksızlıklarla birlikte yaşamaya mahkum edilmesi, yurttaşları resmi otoritelere karşı tepki gösterme konumuna getirmiş, bir takım kışkırtma ve zorlamalarla da olsa kepenk kapatma ve başka direniş eylemleri meydana gelmiştir."
Tabii CHP'nin bugün bu tepkilerin kökenini unutmuşçasına söylemde bulunması bir yerde trajik.
Rapordan diğer bir ilgi çekici nokta da terörle mücadelenin eleştirilmesi. Bölge insanına potansiyel suçlu gibi bakılması eleştiriliyor, koruculuğun kesinlikle kaldırılması gerektiği söyleniyor, "devlet terörü" tabiri kullanılıyor. Terörle mücadeleye söylem bazında getirilen eleştiri ise çok yerinde:
"Ancak terör örgütünün silahlı mücadelesi ileri sürülerek halka yapılan baskı haklı gösterilemez."
"Silahlı eylem tek başına önemli bir şekilde tehdit değildir ve etkinliği sınırlıdır. Önemli olan silahlı eyleme karşı, “en kısa zamanda sıfırlayacağız”, “kökünü kazıyacağız”, “bu Devlete meydan okumadır”, “imha edeceğiz”, iddialarının halka yönelik olarak zorunlu kıldığı olumsuz ve hatalı uygulamalardır. Bu uygulamalarla eğer bir kısım yurttaş eylemlere sempati duymaya başlıyorsa, silahlı eylem amacına ulaşması, devlet de tuzağa düşmüş demektir. Oysa Devlet, “terör tuzağına” düşmemenin yollarını bulmalıdır.
Teröre karşı olgun, soğukkanlı, kendine güvene, halka güvenen, hiçbir zaman temel ilkelerden, temel ölçülerden sapmayan anlayışı ve politikayı Devlete egemen kılmak gerekir. Kısaca olaylara demokratik bir anlayışla, demokratik kuralların zorunlu kıldığı politikalarla yaklaşmak esas olmalıdır."
CHP'nin zamanla daha militerleştiğini bu paragraflar doğrultusunda söylemek mümkün.
Raporda CHP adına oluşmuş iki temel ironi ise şöyle:
1. Öncelikle CHP, anadil konusundaki duruşunu çoklukla değiştirmiş değil. Her ne kadar raporda anadil yasağı ağır dille eleştirilse de, devletin eğitim dilinin Türkçe olması gerektiği söyleniyor. Kürtçe eğitim-öğretim özel kuruluşlara bırakılıyor.
Değişen ise anadil ve diğer demokratik haklar konusundaki söylemler. Mesela şöyle bir pasaj var:
"Demokrasinin doğal gereksinimi olan düzenlemeleri bir lütuf, bir özveri bir zamanlama şeklinde görme anlayışı yanlıştır. Belirli kesimlerde hala geçerli olan bu anlayışın aşılması gerektiğine inanıyoruz. Ana dil yasağı ile ilgili düzenlemeyi “taviz”, “zamanlama”, “teslimiyet” mantıkları ile kaldırmayı reddeden düşünceye kesinlikle karşı olduğumuzu belirtmek zorundayız."
Muhalefet kaygısı ile CHP'nin zamanla aynı söylemi kullanır hale gelmesi üzücü.
2. Yurttaşlık kavramının incelendiği paragrafta şöyle bir uyarıda bulunulmuş raporda:
"Dünyada milliyetçi dalgalanmaların yeniden ortaya çıktığı bu dönemde zora dayalı her türlü biçimlenmeyi reddederek çağdaşa, güzele, refaha bütünlük içinde toplumca ulaşmak amacındayız."
Bunu diyen bir partinin milletvekili 20 yıl sonra Canan Arıtman olmuş. Bu da acı tabii.
* * *
Sonuç olarak, yeni dönem CHP'sinin bir süredir ileri sürdüğüm tez dahilinde 90'lar sosyal demokrasisine yakınsayacağını varsayarsak, milliyetçi söylemleri bir kenara koyup lakin ulus-devletçi anlayıştan taviz vermeden demokratik açılımları desteklemesi gerekmekte.
Yeni hazırlanacak rapora ve de Kılıçdaroğlu'nun söylemlerine bu şekilde bakmak daha sağlıklı olacaktır. CHP, ekonomik gelişme ile, halkın kültürel kimliğine saygı duyulmasını ön plana koymuş, fakat devletin azınlık haklarını vermesi konusunda hiçbir zaman cömert ve cüretkâr olmamıştır. Bu, tarihsel olarak, özellikle de HEP - DEP travmasından sonra CHP'nin varabileceği en uç noktadır.

11 Temmuz 2010 Pazar

Kılıçdaroğlu Retoriği

"SODEP/SHP Geri Dönüyor" başlıklı yazımda, Kılıçdaroğlu'nun seçilmesinin CHP için köklü bir reform demek olmayacağını, lakin CHP'nin en azından tersine evrim geçirerek 1990'lar sosyal demokrasisine geri döneceğini öngörmüştüm. Şu dakikaya kadar da beni hiç şaşırtmadılar gerçekten.
Ben ortaokul yıllarımı Cumhuriyet gazetesi yazarlarını okuyarak geçirdim, ve hatta rahmetli Ahmet Taner Kışlalı üzerimdeki büyük etkilerden biriydi desem yalan olmaz. Kendisinin iki kitabını ezbere bilirdim neredeyse: Atatürk'e Saldırmanın Dayanılmaz Hafifliği ve Bir Türkün Ölümü. Buna istinaden rahatlıkla söyleyebilirim ki, Kılıçdaroğlu da o çizgide söylemlerini şekillendiriyor.
Yukarıdaki video gerçekten bir aciz örneği gözümde, özellikle de "Belki de türban takan kardeşlerimiz türban takmayacaktır, ben biliyorum evlerde iki kız kardeşin biri takarken öteki takmıyordu!" kısmı acayip. Fakat benim odaklanmak istediğim yer 05.56 dakika kala itibariyle geçiyor: "Bir devleti devlet yapan kurallarıdır... Ben parlamentoya kot pantolonla giremem, niye, meclis içtüzüğü böyle... İstiyorsa iktidardaki parti bu kuralı değiştireceğim, buyurun değiştirsin." Aynı argüman 04.00 kala civarı yeniden dillendiriliyor.
Kışlalı'nın ilk bahsettiğim kitabı ne yazık ki yanımda yok, lakin BTÖ'den bir pasaj aktaracağım şimdi size:
"Müslüman olmayan, hatta dinsiz olan bir kadın, şortla ya da başı açık camiye giremiyor. Çünkü oraya girmeye onu zorlayan kimse yok. Ama kendi isteğiyle girmek istiyorsa caminin de kurallarına uymak zorundadır!
Erkek, askere kendi isteğiyle gitmediği halde, askerliğin kurallarına uymak zorundadır!"
Burada çok ilginç bir mantık yürütülüyor. Yani camiye turistik amaçla girmek ile üniversite eğitiminin bir tutulmasını geçtim, zorunlu askerlik gibi temelden tartışılması gereken bir husus, bir yasağı olumlamak için kullanılıyor. En temelindeki bakış açısı ise şu: "Kural varsa uyacaksın!" İyi de zaten biz bu kuralı eleştiriyoruz ki? Türban ile okula gidilse ne olur sorusunun yanıtı -artık şeriat masalı da sökmediğinden- "ama kural var!" oluyor. E kuralı değiştirecek mecra da iktidar değil mi zaten? Bu soru gelince de başa dönülüyor. İnanılmaz bir kısır döngü.
Başka bir kısır döngü ise CHP'nin resmi sitesinde de yayınlanmış bir röportajdan gelsin:
İktidar olursanız başörtülü kızların üniversiteye gidebilmesi için bir şey yapacak mısınız? O konuda söyledim. O sorunu biz çözeriz ve çözmeye de kararlıyız. Nasıl çözeceksiniz? Onu bize bıraksınlar. Terörü de çözeceğiz, türban sorununu da çözeceğiz. Türbanlı kızlar üniversiteye gidebilecekler mi? Toplumsal desteği sağlayacağız. Herkesin okumasına olanak sağlayacağız. Kmsenin endişesi olmasın. Biz bu sorunu çözeceğiz.
Şimdi bu da bir yaklaşım tabii, ama yukarıdaki ile yan yana konunca büyük soru işaretleri oluşturuyor. Solun inandırıcılığının neredeyse sıfır olması en büyük sorunlarından biriyken, bu tür söylemlerin CHP'yi iktidara taşıyacağını düşünmek gerçekten büyük cesaret.
* * *
CHP, tarih boyunca temel aldığı 6 okun üzerine makyaj yaparak ilerlemiş bir parti. Söylem kâh "Ortanın Solu" olur, kâh 21. yy Baykal'ının estirdiği faşizm rüzgarları. Lakin o temele yönelik bir sorgulama gelmedikçe, CHP "Atatürk'ün partisi" olacak ve de mutlaka normaline yakınsayacaktır. Bu iyi ya da kötü bir şey değil, lakin CHP'yi "solun umudu" olarak görmek, Kemalizmi sosyal demokrasi olarak görmek demek ki orada işler ciddi şekilde karışmakta içinde bulunduğumuz yüzyıla bakarsak.
Bu görüşün devlet anlayışını doğru anlamak için Kışlalı'dan şu cümleyi de alıntılayalım ve yazıyı noktalayalım:
"Devletin temel işlevi, ortak değerler etrafında bir toplumu birleştirip ayakta tutmaktır!" Bu yüzden farklılıkları benimsemek yerine, farklılıkları tolere etmek gibi bir işlevi oluyor devletin; ve de bu yüzden Kılıçdaroğlu'nun söylemi "İşleri doğal akışına bırakalım, çözülür sorun"dan öteye geçmiyor, geçemiyor.
Yarın: "SHP'nin Kürt Raporu"

8 Temmuz 2010 Perşembe

AYM'nin kararı üzerine bazı tespitler

Anayasa Mahkemesi referanduma götürülmesi planlanan anayasa paketine karşı büyük çoğunluğu CHP'li 111 milletvekilinin yaptığı itiraz hakkında kararını verdi. Hukukçu olmadığım için bu kararın ne derece AKP tarafının iddia ettiği gibi Anayasa'ya aykırı olduğunu, içerik yönünden incelenebilip incelenemeyeceğini bilemiyorum. Hukukçuların da bu konuda ciddi fikir ayrılığı olduğuna göre bu ya gerçekten yoruma açık bir tartışma ya da daha çok hukukçuların ideolojik kamplaşmasından doğan zorlama bir tartışma. Öyle veya böyle Anayasa Mahkemesi AKP'nin beklentisinin aksine değişiklik paketini hem içeriğe yönelik hem de şeklen inceledi. Önemli bir ayrıntı: Anayasa Mahkemesi (AYM) heyeti şeklen inceleme yapıp yapmayacağına da kendi içinde oy çokluğu esası ile karar verdi. Ama tasarının esasına dair inceleme yapma kararı değiştirilmesi öngörülen her maddeyi incelemek sureti ile değil, sadece "teklif edilemezlik kapsamında olduğu iddia edilen" maddeleri değerlendirmek şeklinde oldu. Sonuçta AYM tasarının şekil yönünden iptaline (yani yürürlüğünün durdurulmasına) yönelik itirazı tamamen reddederken, içerik yönünden anayasal bulmadığı maddeleri cımbızlayarak CHP cephesini tatmin etmiş oldu. Haşim Kılıç'ın açıklamasından alıntılarsak: "Anayasa paketinin, anayasamızın 4. maddesinde ön görülen teklif edilemezlik yasağı kapsamında olduğu iddia edilen 8., 14., 16., 19., 22., 26. maddelerinin incelenmesine oy çokluğuyla karar verilmiş ve yapılan denetim sonunda kanunun 16. maddesiyle Anayasa Mahkemesi'nın yapısına ilişkin Anayasa'nın 146. Maddesinde yapılan değişikliğin 4. fıkrasında Yargıtay, Danıştay, Askeri Yargıtay, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi, Sayıştay, Yükseköğretim Kurulu ve Baro Başkanlarının Anayasa Mahkemesi'ne gönderecekleri üyeler için yapacakları şeçimlerde ... 'Her üyenin ancak bir aday için oy kullanabileceğine ilişkin' ibarenin [çıkarılmasına karar verilmiştir]". İçerik yönünde iptaller bununla bitmiyor. Anayasa Mahkemesi ayrıca kanunun 22. maddesi ve Anayasanın 159. maddesine dair yapılan değişiklik önerisindeki Hakim ve Savcılar Yüksek Kurulu'na (HSYK) Cumhurbaşkanı'nın atayacağı üyelerin sadece iktisat ve siyaset bilimi dallarında öğrenim görmüş veya üst kademe yöneticilerden seçilebileceğine dair kısıtlamayı da iptal etti. Böylece Anayasa Mahkemesi hukuk dallarındaki öğretim üyeleri ile avukatlar arasında da şeçim yapmak mümkündür demiş oldu. Son olarak Danıştay, Yargıtay, Adalet Akademisi ile adlı ve idari yargı hakim ve savcılarının HSYK'ya üye seçiminde sadece tek bir aday için oy kullanmalarına izin veren ifade de iptal edildi. Karar sonrası CHP tarafından gelen açıklamalar kendi içinde çelişiyor: Bazıları karardan memnun değiliz çünkü yürütmenin durdurulmasını istiyorduk derken başka milletvekilleri ise cımbızlanan maddelerin dışında tasarının referanduma götürülmesi konusunda zaten hiç bir çekinceleri olmadığını, yeni haliyle tasarıdaki üye seçimlerinin kendi istedikleri şekle getirildiğini söylüyor. AKP tarafı ise karar yanlış çünkü esasa yönelik inceleme yapılarak yargı yürütmenin yerine koymuştur kendini diyor. Neticede bu değişiklik tasarısı AYM'nin değiştirdiği maddeler ile birlikte referanduma gidecek. CHP'den gelen çelişkili açıklamalar gösteriyor ki aslında CHP'nın tasarının şeklen iptaline yönelik itirazı samimi ve gerçekçi bir itirazdan ziyade tamamen AYM'ye orta yol bulma, dengeli karar verme konusunda hareket alanı sağlama amacı güdüyordu. Zira her ne kadar CHP'li milletvekillerinin bazıları açıklamalarında "tam tatmin olmadık" ayağına yatsa da iptal edilen ifadelere bakınca CHP'nin istediğini aldığını söyleyebiliriz. Bu kararın çıkmasını kolaylaştırmak için AYM'ye itirazda bulunurken amaçladıklarından daha çoğunu talep etmişler gibi duruyor. Böylece AYM de daha rahat bir şekilde "bakın şekle yönelik itirazı reddeddik ama esasa ilişkin bunları bunları da iptal ettik" diyebildi. AYM iki seferdir kendini uzlaştırıcı pozisyonunda buluyor ve böyle bir denge siyaseti izliyor. Şahsım adına özellikle son maddedeki değişikliğin Türkiye demokrasisi için bir gerileme mi yoksa ilerleme mi olduğundan emin değilim. Ama tüm bu itiraz ve yargı sürecine baktığımızda bazılarımız bunu yargının siyasallaşması açısından kötü bir gidişat olarak görürken bazılarımız da sağduyu adına bu denge siyasetinin tek seçenek olduğunu düşünecektir.

4 Temmuz 2010 Pazar

Değişmez Doğrular

Tez: İnsanın mutlak doğrusu olay ya da kişiler değil, o olay ya da kişinin ardında yatan fikirler olmalı, ona göre dinamizm sağlanmalıdır.
* * *
Gündem eleştirisi yapmak bazen insanı kısır bir döngüye sokuyor. "Olay olsun, olayla ilgili yorumunu/eleştirini yap, bir dahaki olaya kadar bekle" gibi bir ruh hali. O zinciri kırmak niyetiyle yazıyorum bu yazıyı, bu yüzden de genel bir tespit olacak.

İnsanların "değişmez doğruları", ya da politik tabir ile "kırmızı çizgileri" var. Şimdi evrim ve diyalektik ya da bilmediğim başka bir akademik kavram gereği bunun eleştirisini de yapabilirim aslında, fakat amacım üzüm yemek değil bağcıyı dövmek. O yüzden bu "kırmızı çizgi" durumunun doğru olduğunu ve kimi insanları değişemeyeceğini ön kabul eyleyip onun kıstaslarını yargılayacağım.

Son zamanlarda, Twitter vs. gibi sanal sosyal ağlarda çok farklı ilgi alanları ve ideolojiden insan ile iletişimim oldu. Bu insanlar belirli noktalarda çatışıyorlar tabii, laf atmalar vs. gırla gidiyor. Laf atmaların temelinde de inanılan/beğenilen şeyleri övme/savunma refleksi var. Buraya kadar her şey normal. Normal olmayan, insanların inanış ve beğenilerini mutlakiyetle benimsemiş olması.

Benim gördüğüm mekanizma şu şekilde. İnsan, bir olay/kişi üzerinden beğendiği/beğenmediğini belirliyor. Fakat daha sonra o olayı/kişiyi mutlak otorite olarak görmeye, doğrularını onun üzerinden şekillendirmeye başlıyor. Halbuki en başta o olayı/kişiyi sevmesi, kendi doğruları sebebi ileydi. Bu mekanizma kırılınca, tamamen mekanik polemikler ortaya çıkıyor.

Mesela bu yüzden İtalya her zaman negatif futbol oynamak zorunda, Hollanda/Arjantin ise pozitif. Kılıçdaroğlu ya da Erdoğan sürekli yanlış şeyler söylemeli. Cumhuriyet/Taraf doğru bir şey yazmaz. Solcu/sağcı adam böyle yapmaz.

Fikriyatı objeleştirme ihtiyacı, o objelerin gidip fikri devralmasıyla sonuçlanıyor bu ilişkilerin ötesinde. Toplumsal olarak muzdarip olunan "taraf tutma" hadisesi de bu fikir tembelliğinden ileri geliyor bir yerde.

Bu işin doğrusu, prensipleri "değişmez doğru" yapmak. O hale gelebilmek için her futbol turnuvasında, her seçimde, her polemikte vs. farklı tarafı tutabilmek lazım eğer gerekiyorsa. Onu yapınca da "tutarsız" ve/veya "dönek" oluyorsunuz. Fikirleri sabit kaldığı için tuttuğu takımı, savunduğu adamı değiştirenler tutarsız olurken, fikir ne olursa olsun aynı kuyruğun peşinden gidenler tutarlı oluyor. Bu da en büyük ironilerden herhalde.

Denge

Radikal'in haberine göre, Çevre Bakanı Eroğlu demiş ki: "Öyle hazırlıklı gitmek ve boyu kadar siperin arkasında durmanın takdirini vatandaşlara bırakıyorum.".


Ardından da yine bir tüy dikme vak'ası:
"Bir kere sayın Başbakanımız oraya aniden ve hadisenin olduğu yere gitti. (...) Bu tür şeyler hakikaten çok dikkate alınmaması gereken hususlar. Basın bunları niye böyle değerlendiriyor anlamış değilim.”. Paşamın bunu çok içten söylediğinden ve gerçekten anlamıyor olduğundan o kadar eminim ki... Yahu aptal saptal sidik yarıştıran siyasetçileri, aptal saptal tartışmaları basın dikkate almaz mı allasen? Basının bunları dikkate almamasının tek yolu var, bunları sizin ortaya çıkarmamanız. "Bi' kere benim babam senin babanı döver taam mı!" tavrıyla gerçekten neyin peşinde olduğunuzu merak ediyoruz topluca.


Ne mutlu bize ki, zekâsı birbirine denk bir iktidar ve muhalefete sahibiz! Türkiye siyasetindeki yegâne denge durumu bu olsa gerek. Bence aradaki bu 3 yaş husumetini çözmenin tek yolu var; eşcinsel evlilikler hızla yasallaştırılsın ve ana muhalefetle iktidardaki her milletvekili bir kendi partisinden, bir de karşı partiden biriyle evlensin. BDP'liler çoktan Rizeliler tarafından "kapılmış" olduğu için onları zaten es geçiyoruz.

2 Temmuz 2010 Cuma

Madımak

Bugün katliamın 17. yılı. Dile kolay. Denecek laf da bitiyor bir yerden sonra.
Lakin benim diyeceğim bir şey var hala. Zaman, Vakit vs. den ricamdır: şu katliama 17 yıl sonra bile lütfen bahane bulmaya çalışmayın. Katliam deyin, fenaydı deyin, yazık oldu deyin. Bu bana yeter.
Benim için 2 Temmuz'un özeti bu olacak. Belli bir kesim bunu içselleştirebilirse, gaf yapmamayı başarırsa biraz içim rahatlayacak. Belki.
Bakalım.