2011 Uludere katliamı: 29 Aralık 2011. http://yalnizdegilsinvan.wordpress.com

25 Haziran 2013 Salı

“Argüman yok argüman”: İmtiyaz, öz-imaj ve öfke üzerine birkaç düşünce

Dün gece Twitter üzerinde Mor ve Ötesi solisti Harun Tekin ile bir tartışmaya girdim. Kendisi bana göre pek yerinde olmayan ve kırıcı sayılabilecek İngilizce bir tweet attı. Ben de ona cevap verdim. “Konuşmamız” aşağıda göründüğü gibi gelişti. (İki farklı screenshot var çünkü bazı tweetler sadece bir grup tweet’e cevap olarak görünüyor.)

      

Görebildiğiniz gibi, beş dakika içinde okuma yazma bilmeyen bir hükümet yanlısı oldum, üstelik de “seks ve cinsiyet” konularında bir şekilde tahmin edebildiğini sandığı görüşlerim değersiz kılındı. (Bir bilse, özellikle seks konusundaki fikirlerim bence zevk almayı seven herkes için faydalı olur, ama o ayrı.)

Yan odada ev arkadaşım bunları okuyup sinir krizi geçirirken, ben en başta sadece şaşırıp kaldım. Kızmadım yani. Kızamadım. Çünkü aklım hemen alamadı böyle gereksiz bir agresifliği, böyle bir kibri, böyle hiç sorgulamaya açık olmayan bir egoyu. Tamam, adam rock yıldızı diyebilirsiniz, beklemeliydin böyle şeyleri diyebilirsiniz, ve belki de haklısınız. Ama yine de böyle bir tepkiyi beklemiyordum.

Öncelikle bunu belirteyim: ben herhangi birine kalkıp “bu şekilde konuşamazsın” diyecek bir insan değilim. İfade özgürlüğüne derin bir şekilde inanıyorum ve bunun üzerine çok fazla çalışma, haber, yazı vs. yapmış bir insanım. Harun Tekin bu şekilde konuşmak ve duyulmak istiyorsa hakkı vardır, ve o hakkını savunurum.

Bu yüzden de en başta yazdığım tweet’in içindeki kelimeleri dikkatli seçtim: “Senin kullanmak istediğin fiil o değil.” Benim gözümde neden değil? Çünkü Harun Tekin sadece müzisyen olarak bilinmeye çalışmıyor; aynı zamanda sosyal aktivist, insan hakları savuncusu, eşitliğe inanan ve adalet için savaşan biri olarak kendi imajını sunuyor. Bu çerçevede de ben inanıyorum ki nasıl duyulduğunu gerçekten anlasa İngilizce konuşurken “rape” (tecavüz etmek) sözünü tecavüz ile ilgisi olmayan durumlarda kullanmamayı tercih eder.

Rape kelimesini neden metafor olarak kullanmak problematik olduğunu bilmiyorsanız ve biraz daha anlamak istiyorsanız eğer, sizi bu iki sayfaya yönlendireceğim. Birincisi çok kısa ve basit. İkincisi ise çok uzun ve kişisel ama aslında Harun’un davranışlarına daha yakın olaylardan bahsediyor.

Eğer okumaya üşeniyorsanız ve sadece günlük hayattan birkaç örnek ile idare etmeyi tercih ederseniz, şu şekilde anlatabilirim. Birinci örnek: Amerika’nın bir çok eyaletinde yaşamış bir insanım, çok sayıda farklı kültür ve sınıftan gelen Amerikalılar ile tanıştım hayatımda. Öyleyse de henüz üniversite birinci sınıftayken eski bir lise arkadaşımı amerikan futbolu ve alkol “kültürü” ile bilinen Florida State Universitesi’nde ziyaret etmeye gittiğimde rape kelimesini tecavüz ile alakasız durumlarda defalarca işittim. Yani bu kelimeyi hayatımda 100 kez duymuşsam (ki aslında ondan çok daha fazla), onların 70’i 18 yaşında ama hala ergenliğe ulaşamamış bu arkadaşımın yurt arkadaşlarının ağzından çıkmıştır. Bunun basit anlatımı: böyle konuşurken “frat boy” gibi duyuluyorsun, başka bir şey değil.

İkinci örnek: “using the word rape out of context” gibi aramaları Google üzerinde yaparsanız, en çok lise öğrencileri ve özellikle de bilgisayar oyunları hayranları için forumlar ve yazılar karşınıza çıkıyor. Anlaşılan şu ki bu gerçeği daha anlayamamış olan kitle 30’lu yaşlarına gelmiş sosyal aktivistlerden oluşmuyor.

Dün bana gelen şikayetlere göre galiba bunu da anlatmam gerekiyor: neden bir erkeğin rape kelimesini kullanmasını bir kadınkinden farklı görüyorum? Hepimiz aynı dili konuşmuyor muyuz? Hepimiz aynı değil miyiz?

Buna cevabım: Hayır. Aynı değiliz. Hem kadınlar hem de erkekler tecavüze uğrayabilir, uğruyor. Ama araştırmalara göre neredeyse tüm tecavüzcüler erkektir; tecavüze uğramış kadınların %99’u ve erkeklerin %85’i bir erkek tarafından tecavüz edilidi. Aynı zamanda sıradan bir erkek sıradan bir kadın ile aynı risk altında değildir; tecavüz mağduru insanların onda dokuzu kadın veya kız çocuğudur. Bunlar tartışılacak söylentiler değil; bunlar gerçeklerdir. İnanmayan varsa istatistiklere bakması lazım, o kadar. Hala da inanmıyorsa, çaresi yok.

(Şimdiden bunları hepimiz anlıyoruz diye inanarak devam edeceğim çünkü buradaki asıl meselem o değil.)

Şunu da belirtmek isterim: Harun Tekin’in bunun farkında olmasını beklemek yanlış olur, çünkü İngilizce anadili değil. İngilizce dünyasında bu kelimenin tüm ima ve yankılarını bilmemesini tamamen doğal buluyorum ve hatta empati kurabiliyorum. Türkiye’ye yerleşmiş bir yabancı olarak, ben de hiç tanımadığım ve en başta bana şaşırtıcı gelen kültürel gerçeklerle baş başa kaldım. Burada yaşadığım dörtten fazla senede, öğreneceğim çok sey vardı, hala da var.

Ama bu noktada galiba ben Harun’dan ciddi şekilde ayrılıyorum. Hakim olmadığım bir dile, bir halka, bir kültüre kendimi asla hakim olarak görmem. Yanılabileceğimi bilirim, biliyorum. Üstelik bu “kendi kültürüm” (o neyse artık) için de geçerli. Bir insan bana yaklaşıp davranışlarım, dediklerim hakkında eleştiride bulunursa, ben dinlerim. Tabii ki bu katılırım, direk kabul ederim anlamına gelmez. Ama hep dinlerim. Ve bunu kibarlık olarak görmüyorum bile; bence kendimi geliştirmek istiyorsam, mümkün olduğu kadar farklı politik görüşe, hayat tarzına, felsefi düşünceye, inanca tanık olmayı önemsemek bir sorumluluktur.

Bu sadece küçücük bir örnek, ama bence manidar: bir insan bana anadilinde “bu sözü kullanırsan böyle kaçar” dese, ciddiye alırım.

Bunları gördükten sonra bir soru hala ortada. Neden bu kadar öfkeli bu adam? Neden kendisinde tamamen hafif bir yanlışlığı görmek istemez ve görmemeye karar verir? Bence sorunun iki cevabı var; biri imtiyaz, diğeri öz-imaj.

Bana kalırsa bu tartışma kişisel olmaz, ama Harun öyle gördüğü için önce ben imtiyaz çerçevesinde kendimi biraz tanıtayım. Ben bir kadınım. Queer’im. Ailem Yahudi’dir, kendimce ateistim. Çok kısa boyluyum. (Gülersiniz belki ama bu hayatımı ciddi bir şekilde etkiliyor.) Hem siyasal olarak hem de fiziksel olarak ezilmeyi bilirim. Fakat aynı zamanda para sıkıntısı olmayan (ama zengin de olmayan) bir aileden geliyorum. Büyürken tüm ihtiyaçlarım karşılandı. Dünyadaki en iyi okullardan birinde okudum (ikisinde, eğer Boğaziçi’nde geçirdiğim seneyi de sayarsak). Cildim beyaz ve Amerikan pasaportuna sahibim. Bunların tümü hayatımı etkiliyor, düşünce şeklimi etkiliyor, ve mümkün olduğu kadar gözümün önünde bulundurmaya çalışarak davranıyorum. Hem kendimi hem de başkalarını anlamaya çalışırken bunların hakkında bilinçli olmak gerektiğine inanıyorum.

Harun’a gelince, bence onun bu tartışmadaki gösterdiği sorun şu: kendi imtiyazını göremiyor, görmek de istemiyor. Daha fazlası, bu hak etmediği ayrıcalığın hayat görüşünü, davranma tarzını ve kendisini bir yere/dile/dünyaya hakim olarak görmesini nasıl etkilediğini göremiyor, görmek de istemiyor.

Ne istiyor? Argüman. Kendisi bile söyledi.

“Heteroseksüel, zengin, beyaz bir adamın tecavüz kelimesini metafor olarak kullanması imtiyazlı ve görgüsüz kaçar” diye bir tweet attım.

Onun cevabı: “Sen ne kadar yanılıyorsun, ama bunu görmen zaman alacaktır.”

“Argüman yok argüman” deyip kızıyor. Onun mantığına göre bir argüman gönderdim sonunda, o bir cevap yazdı, ve ben onun cevabına cevap yazmaya kalkmışken* okuryazar olmadığımı öğrendim. Ben de orada durdum. Dengesiz davranan bir insana başka bir şey söylemeyecektim. Biraz sonra yenildiğimi tanımadığım Twitter kullanıcılarından öğrendim. O da ilginç bir tecrübeydi.

İmtiyaza dönünce, bence herkes bu listeye bakıp bir şeyler öğrenebilir, ama özellikle bugün Harun’un ihtiyacı vardır diye düşünüyorum. Listede Wellesley Centers for Women’ın müdür yardımcısı Peggy McIntosh, beyaz bir kadın olarak sırf cildinin renginin sayesinde neredeyse her gün bekleyebildiği 50 tane kolaylık var. Bu listedeki çoğu kolaylık, kelimeleri biraz değiştirerek adamların sırf cinsiyetlerinin sayesinde bekleyebildiği, bir kadının bekleyemediği bir kolaylıktır aynı zamanda. Kelimeleri yine biraz değiştirirseniz, zenginlerin bekleyebildiği, diğer herkesin bekleyemediği kolaylıkları görebilirsiniz. (Tabii ki bu liste Amerikan kültürü ve dinamiklerine göre hazırlandı, fakat bahsedilen birçok gerçeği Türkiye’de zengin, beyaz, Sunni kökenli, heteroseksüel, ünlü bir adam için de geçerli sayabiliriz.)

Öfke sorusunun cevabının yarısı görmek istemediği imtiyazsa, diğer yarısı da Harun Tekin’in ona bağlı öz-imajıdir. Gördüğüm kadarıyla, dün Twitter üzerinde konuştuğum insan o listedeki kolaylıkları kendi adına tam tanımıyor, kendi hayatı için ne anlama geldiğini görmüyor. Belki de hayatındaki her iyi şeyi çok çalıştığı için hak ettiğini düşünüyor. Çok çalışmış olduğu da doğru. Üstelik sadece müzik alanında çalışmadı bu insan. Dediğim gibi, öz-imajı aynı zamanda aktivizme bağlı. Anladığım kadarıyla kendisi Gölcük Depremi’nden sonra uzun süre deprem iletişim merkezinde gönüllü olarak çalışmış. Daha yakın bir zamanda başbakan hemen Reyhanlı'ya gitmediği için eleştiri alırken, Harun Tekin bir takım sanatçı ile beraber oraya gitmiş ve halk ile konuşmuş. Sürekli insan hakları, eşitlik ve benzer konularda konuşuyor, yazıyor, şarkı da söylüyor.

Böyle bilinçli, özverili ve çalışkan biri olarak görüyor kendisini ve yanılmıyor da. Öyle bir insan. Fakat öyle bir insan bile hata yapar. Bilinçli bir insan da bilinçsiz davranabilir. İyi bir insan yanlış kelimeyi kullanabilir. Bu o kadar büyük bir suç değil. Böyle konularda eleştirilince dün gece kızdığı ve alındığı kadar kızmamalıdır, alınmamalıdır. Eleştiri alınca, “Yok, ben öyle biri değilim” deyip geçiyor, çünkü öz-imajıyla çatışıyor. Aynen bu şekilde ırkçı davranışlarda bulunmuş iyi niyetli insanlar bunu görmek istemez, çünkü öz-imajlarına göre ırkçı değillerdir, ondan bu konuda hata yapmış olamazlar. Diğerleri yanlış anlamışlar sadece. (Ayrıca, tam bu konuda çok iyi bir TEDx konuşması var. Aslında bu videodaki bahsedilen yöntemleri kullanmaya çalıştım tartışmada, ama olmadı.)

Kızıyor, çünkü bir davranışı, bir sözü eleştirilince, kendisi için kurduğu imajın, kendisi için kurduğu kimliğin çökmesinden korkuyor. Ama aslında korkmamalı. Durum hiç de öyle değil. Bence Harun seksist olmamaya çalışıyor, ve tecavüze uğramış bir insana kötü davranmak istemiyor. Hatta kendi gözünde kötü davranamaz çünkü kendisi zaten iyi bir insan, bunu çoktan ıspatladı ve diyecek başka bir şey yok. Ama iyi insanlara da diyecek şeyler var ve daha da iyi olmak isteyen insanlar kulak verir. Yoksa insan özeleştiride bulunamaz ve yaptığı hatalardan vazgeçemez.

Genç yaşta hatırı sayılır bir üne kavuşan bir insandan bahsediyoruz. Destek ve alkışlara alışmış bir insan. Hatta bu yaşadığıma göre o kadar alışmış ki bir dakika bile kendisini alkışlamayan bir insanı cahil olarak görüyor. Ve asıl sorun orada, tecavüz kelimesini kullanmasında değil. Sana katılmayan herkesi cahil sanmak dünyadaki en ciddi cehalettir.



*Hasankeyf ve cinayetten bahsetmeye gerek yok diye düşünüyorum, ama hala ona bir cevabı bekleyen varsa kısaca şöyle söyleyebilirim. Birincisi, “çevre cinayeti” de saçma bir söz gibi geliyor bana, ve bence “çevre tahribatı” gibi bir söz daha yerinde olur. İkincisi, İngilizce bildiğine göre önce “rape culture” diye Google’da aratmasını, sonra ona benzer bir şey cinayet için de var mı diye kendisine sormasını öneririm. Onun ardından da belki neden cinayet daha az rahatsız edici olabildiğine dair biraz fikir edinir. Hemen edinmesini umuyorum ama dürüst olmak gerekirse bence asıl zaman gerektirecek şey bu.

16 Haziran 2013 Pazar

Gazi'den Gezi'ye değişmeyen söylem

Bir haftayı aşkın zamandır, şimdiye kadar ulusalcı komploları ile dalga geçmekte buluştuğumuz insanların -ki bunların kimisinin resmî sıfatı "âkıl"- nasıl her taşın altında komplo arar hale geldiğini görüp şaşırmakla meşgûlüm. Bunu birbirinden fena iki ihtimalle açıklamak mümkün: Ya bütün bu komplo arayışları, tıpkı eskiden olduğu gibi, insanları milliyetçilik ve paranoya etrafında toplamak için bilinçli yapılıyor -ki zaten malzeme gayet uygun-, ya da bu insanlar gerçekten aklı fikri kenara koyup bunlara inanmaya başladı. Amaç ne olursa olsun, sonuç olumlu olmayacak.

İlk ihtimalin geçerli olduğu varsayımı ile, geçmişte bu tür söylemlerin nasıl işletildiğini ve de gerçeğin hangi yönde çıktığını hatırlatma amacıyla Gazi olaylarını ve sonrasında devletin ve siyasilerin söylemlerini irdelemek istedim. Hem 20 yıl geçmesine karşın bazı reflekslerin hala ne kadar diri olduğunu görebilmenin iyi bir yolu olacak bu, hem de Gazi ve Gezi olaylarının gelişimi, polis şiddetinin rolü itibariyle benzerlikler göstermekte.

I: Gazi'de ne olmuştu?

90'ların en sembol isimlerinden Tansu Çiller başbakan, Hayri Kozakçıoğlu İstanbul valisi, Mehmet Ağar Emniyet Genel Müdürü iken, 12 Mart 1995 günü Gazi Mahallesi'nde üç kahvehane ve bir işyeri taranmış, bir kişi ölmüştü. Bu olayın Gazi gibi polis gözetimi altında olan bir yerde gerçekleşmesi, o dönemlerin sıradan pratiği "karakolda kaybolma" ile birleşince mahallede polise karşı bir tepki doğmuş, lakin karakola yürüyüşe geçen kitleye açılan ateş sonucu bir kişi daha hayatını kaybetmişti. Bu olay tepkiyi daha da arttırmış, bir sonraki gün binlerce kişi karakola doğru yürüyüşe geçmiş, kitlenin üstüne gene ateş açılması sonucu 15 kişi hayatını kaybetmişti. Olaylar Ankara Kızılay Meydanı ve Ümraniye'ye de sıçramış, 5 ölüm ve onlarca yaralı ile sonuçlanmıştı. İki günlük sıkıyönetimden sonra olaylar durulmuştu. 

II. Olay nasıl lanse edildi?

Tansu Çiller, olayların yayılmasından sonra yaptığı açıklamada aynen şu cümleleri sarf edecekti: "Çok yönlü ve dış mihraklı büyük bir tahrikle milletimiz karşı karşıyadır. bu aklımıza gelebilecek her türlü uç, radikal örgütlenmenin içerilmeye çalışıldığı, dıştan beslenen, aşırı sağdan aşırı sola her türlü örgütün içinde bulunduğu bir tahriktir. (...) Sakın ola ki, dış kaynaklı bu örgütlenmiş provokasyona ve tahriğe kapılmayın." 

Aşağıdaki videoda da görebileceğiniz üzere, Mehmet Ağar'ın olaya dair açıklamalarında iki refleks var: 1. olayların yaşandığı yerin geçmişini yok sayıp hemen polis karakoluna yürünmesinde çapanoğlu arama, 2. göstericilerin "yakıp yıktığından" dem vurma. O zaman hükümette dahi olmayan Ecevit ise olayları "Türkiye'de demokrasinin yeşermesini istemeyen, laikliği, ulusal birliği bozmak isteyen daha çok yurtdışı kaynaklı güçlere" bağlıyor. "Bütün bu olumsuzluklar karşısında, polisin halka saldırmasını olumlu karşılıyor musunuz?" sorusuna Yıldırım Aktuna'nın verdiği cevap "saldırı yok, bireysel yanlışlıklar her zaman olabilir" oluyor. (08:44) Gene Aktuna, havalanmak üzere olan bir uçağa benzettiği Türkiye'yi kaldırmamak için uğraşan güçlerden de bahsediyor. (18:00) Kendisi bu "hain oyuna" manşetten dikkat çeken Hürriyet, Milliyet ve Sabah gazetelerine de teşekkür etmeyi ihmal etmiyor. (38:00) Ekrandaki görüntüler şiddeti dayanılmaz şekilde gösterince "iyi polisler de var," ABD'de oldu böyle şeyler" bahaneleri de dizilmeye başlanıyor. Nahit Menteşe de mecliste yaptığı konuşmada olayın "provokasyon" ve "prova" niteliğine dikkat çekmekte. (32:50) Alparslan Türkeş, polisin tutumuna getirilen eleştirilere "Havaya ateş edilmiştir. Kalabalığın üstüne ateş edilse zayiat çok büyük olurdu" savunmasını getiriyor ve güvenlik güçlerine teşekkür edilmesi gerektiğini vurguluyor. (34:00)



Gene güvenlik güçlerine sahip çıkılması gerektiğini düşünen Çiller, polislerden hatalı olanlarla ilgili gerekli işlemleri de yapacağını belirtiyor Milliyet'in haberine göre.

III. Sonrasında neler oldu? Gerçek açığa çıktı mı?

Otopsi sonucunda ölen 17 kişinin 7'sinin polis mermisiyle öldüğü ortaya çıkınca, 20 polis hakkında müdafaa ve zaruret sınırını aşarak faili belli olmayacak şekilde adam öldürmek iddiasıyla dava açılıyor. 18 polis beraat ederken, ikisi toplam 11 yıl 5 ay hapis cezası alıyor. Kararın Yargıtayca bozulması ve tekrar yargılanma süreçleri sonunda, iki polisin cezası 6 yıl 8 aya iniyor.

2005 yılında AİHM başvurusu sonucunda Türkiye toplam 510 bin Euro tazminat ödemeye mahkûm ediliyor. Gazi olayları hakkında DTP'nin 2008 yılında verdiği araştırma önergesi ise reddediliyor.

Bugüne kadar olayların aydınlanmasına dair sadece çeşitli zamanlarda verilmiş tanıklıklar var. Eski Özel Harekât polisi Ayhan Çarkın'ın olaylara karışıp karışmadığı meçhul. Ergenekon iddianamesinde de olayların tertibinde Veli Küçük ve Osman Gürbüz'ün olduğu söyleniyor, fakat bunun davada bir dipnot olmaktan öte gitmeyeceği ihtimali kuvvetli.

IV. Sonuç

Özetle;

- Olaylar sonrasında siyasilerin ısrarla yaptığı vurgular, Gezi olaylarından sonra piyasaya sürülenlere oldukça benziyor: Dış mihraklar, yani Türkiye'nin kalkınmasını istemeyen güçler. Demokrasiye, laikliğe karşılar ve ülkeyi bölmek istiyorlar.
- Olaylar sonrasında polisin tutumuna yaklaşım da oldukça geleneksel: Bir takım münferit işler olmuş olabilir, ama güvenlik güçlerine sahip çıkılmalı, onlara teşekkür edilmeli. Haklarında işlem yapılacağı sözü verilen polislerin yargılaması ise bir katakulli deryasına dönüşüyor.
- Olaylardan sonra üç büyük gazetenin de aynı manşet ile çıkması, Aktuna'nın bu yüzden bu gazetelere teşekkür etmesi, Star program sunucusunun "biz de öyle verdik!" diye teşekkür beklercesine itiraz etmesi acı acı gülümsetiyor.

90'lar karanlık bir dönem ve de bugüne kıyasla çok daha felaket cinayetler, bilhassa içeride istihbarat savaşları, darbe gerilimi, 3 ayda bir değişen cepheler, kurulu ilginç bir ekonomik düzen vs. var. Bu gerçeklik yadsınamaz. Yani burada 90'lardaki koşullar ile günümüzdeki koşulları karşılaştırmıyorum, altını çizeyim.

Burada çok bariz ve bilhassa önemli başka bir gerçeklik de var: Devlet, işlediği cinayetin üstünü örterken ilk çare olarak "dış güçler" argümanına sarılıyor ve de ne olursa olsun güvenlik güçlerini yedirmiyor. Aradan 20 yıl, çok sayıda hükûmet, bir darbe ve birkaç darbe teşebbüsü geçse de, devletin ve aydınlarının refleksleri kitleselleşen olaylar hususunda hâlâ daha aynı yerde.

Bir ülkede kitlesel bir hareket olduğunda, değişik grupların çıkarlarını analiz etmesi ve ona göre tutum alması normaldir. Anormal olan, kitlesel hareketleri "üç beş kişinin ateşlemesi"ne bağlamak, o kitlelerin rahatsızlıklarını/nefretlerini/tepkilerini/hak arayışlarını önemsizleştirecek söylemlere sığınmaktır. Türkiye devletinin ve ona angaje aydın sınıfının yıllardır pratik ederek ustası haline geldiği de bu anormal taktiği kullanmaktır.

15 Haziran 2013 Cumartesi

Gezi Parki Eylemlerinde Uzaylı Iddiası!

Güvenliğinden endişe duyulduğu için kimliğini açıklayamayacağımız çok gizli muhabirimiz tarafından Gezi olaylarının arkasında galaksilerarası terörist olarak bilinen Vogonlar'ın olduğu ortaya çıkarıldı.

Tüm dünyada çok üst güvenlik kurumlarınca bilinen ve yakından takip edilen Vogonlar, bundan yıllar önce yine dünyayı yok etme denemesinde bulunmuş, ancak başarısız olmuşlardı. En azından 30 yıldır hazırlanan bu planın odak noktasının Türkiye olmasına, dünyanın başbakanı Erdoğan'ın ortaya çıkmasıyla ve son 11 yılda gücünün hızla artmasıyla karar verildi.

Gizli muhabirimizin dün gece, yine açıklayamayacağımız bir mekanda Vogon medya sorumlusuyla yaptığı görüşmeden alıntıları ilk defa buradan yayınlıyoruz.

Vogon sözcüsü şöyle konuştu: "Daha önceki başarısızlıklarımızdan bahsetmektense, şu anda gurur duyduğumuz güncel olayları açıklamayı tercih ediyorum. Zira dün dündür, bugün bugündür. Bizim galaksi sahnesinden silindiğimizi iddia eden bazı güçlere en güzel cevabımız Gezi Parkı'nda başlayıp tüm Türkiye'ye, ve oradan da tüm dünyaya yayılan direniştir.  Yeni bir eylem planı arayışımız 30 yıl önce başladı ancak sosyal medyanın yaygınlaşması ve daha sonra Erdoğan'ın dünyanın en güçlü en karizmatik lideri olarak ortaya çıkmasıyla Türkiye'de odak buldu. "

Gizli sözcü ayrıca ekledi: "Biz AKP hükümetinin bunun bir halk direnişi olduğuna inanmasını ve ona göre tepki vermesini bekliyorduk. Ancak keskin zekalı hükümet bu planımızı anladı ve bu tuzağa düşmedi."

Yiğit Bulut'un telekinezi iddiaları da doğrulandı. Post-relativite kuramının da gösterdiği üzere, telekinezinin oldukça güçlü bir etki yaratabileceği ve hatta bugün gerçekleştirilen AKP mitinginin asıl amacının Vogon güçlerini geri püskürtmeye yönelik büyük bir telekinezi hareketi olduğu da açıklandı.

Vogon sözcüsü sözlerine şöyle son verdi: "Uzun yıllardır didinip başlattığımız bu hareketi şimdi Sırplara bırakmayız. Bunun arkasında galaksilere ün salmış Vogonlar vardır!"

10 Haziran 2013 Pazartesi

"Faiz lobisi" üzerine

O kadar çok safsata gördüm ve duydum ki, bu yazıya nasıl başlayacağımı bile bilmiyorum. "Tahvil nasıl fiyatlanır?" diye sorsan muhtemelen boş boş suratına bakacak insanlar birden piyasaların piri oldu. Gezi parkı olayları, "faiz lobisi"ne bağlandı; ama bir kişi de çıkıp hangi mekanizma ile bunun çalıştığını anlat(a)mıyor. Şimdiye kadar bir tek Deniz Gökçe'nin açıklamalarına denk geldim, onda da çok güzel yuvarlamalar ve hatalar vardı zaten. En iyisi onunla başlayayım.

I. Gökçe'nin açıklamaları ve ne yaptığını bilmeyen faiz lobisi

Gökçe, muhtemelen saygınlığını kısa vade çıkarlarından önde tuttuğu için şöyle bir açıklama yapıyor: "Fakat ülkeye finans yatırımına gelen her kuruluşa faiz lobisi diyemeyiz. İster istemez bu kuruluşlar kolay para peşinde. Fakat ülkenin geleceğini düşünmeyen kötü niyetli kuruluşlarına bu benzetmeyi yapabiliriz." Böylece piyasaların nasıl çalıştığını kabul ederken, faiz lobisi denen olguyu niyet seviyesine indirgiyoruz, yıkıyoruz, çıkıyoruz.

Peki Gökçe'nin açıklamalarındaki gariplik nerede? Mekanizmayı açıklamasında: "Dış ülkelerden Türkiye’ye gelen yabancı yatırımcılar sıklıkla yerel faizi artırmamız için bazen nasihatlar verirler. Çünkü faiz yükselirse Türk Lirası’nın dövize karşı değeri yükselir. Bu da dış yatırımcının işine yarar. Çünkü ülkemize yüksek getiriyi izleyerek gelen dış yatırımcı, ülkemizin parası değer kaybettikçe yüksek getiriden kazandığını, TL’nin dövize karşı değer kaybetmesi nedeniyle kaybetmek durumunda kalır. İşte getirisi kur değişmesine kurban gitmesin diye parazit yapan dış yatırımcıya ‘faiz lobisi’ diyebiliriz."

Şimdi çok temel bir soruyu sormamız lazım: Bir ülkenin siyasî/toplumsal istikrarsızlığa sürüklenmesindeki kısa vadeli yatırımcı tepkisi ne olur? Günlerdir ne tecrübe ediyoruz? Başbakan'ın her gerilimi arttıran konuşmasından sonra borsa endeksi düşüş gösterirken TL dövize karşı değer kaybediyor ve Merkez Bankası piyasaya dolar enjekte etmek zorunda kalıyor. Yani Gökçe'nin "faiz lobisi kazancı" diye öngördüğü mekanizmanın tam tersi işliyor. Ben bu yüzden, hala daha bu "faiz lobisi"nin ne yaptığını anlayabilmiş değilim. Sırf bu sebepten değil, şimdi anlatacağım diğer temel ekonomik prensiplerden ötürü de.

II. Tahvil nasıl fiyatlanır? Neden faizi artar?

Faizlere dair duyduğum ikinci komplo teorisi şuydu: "%5'in altına inmiş gösterge tahvil faizi, olaylar başladığından beri %7 seviyesine çıktı!" (data) Bu argümanı ileri sürebilen biri, hem dünya piyasalarından bihaberdir, hem de tahviller piyasalarda nasıl gelir amaçlı kullanılır farkında değildir.

Öncelikle şu gerçeğin altını çizeyim: Dünya piyasalarında son bir aydır tahvillere yöneliş var. Financial Times'in sitesinden, uzun vadeli tahvillerdeki 1 aylık getiri oranlarındaki değişime bakabilirsiniz. Yeşil çizgi 1 ay önceki oranlar, kırmızı en son. Fark ortada. Peki neden böyle bir yönelim var? Çünkü hem Japonya'dan gelen kötü haberlerin, hem Avrupa'daki kadim belirsizliğin, hem de Amerikan Merkez Bankası'nın standartdışı para politikası olan QE(quantitative easing)'yi bitireceğini açıklamasının global piyasalarda yarattığı bir pesimizm var. Amerika'dan güzel işsizlik haberleri geldi, ABD'nin kredi notu tekrar yükseldi de ABD borsaları biraz toparlandı bir haftadır. Yoksa Mayıs ayı, tüm dünyada borsa çakılması ile geçti. (Boyutu merak ediyorsanız, şu siteye gidin, sağ üstte bütün piyasa endekslerine ulaşacğınız minik bir applet var, oradan 1 month'i seçip sırayla US, Europe, Asia tıklayın)

Şimdi gelelim tahvil faizi muhabbetine. Öncelikle çok basit bir husus var: Tahvilin faizi arttıkça, ikincil piyasadaki fiyatı düşer. Arz-talep meselesi: %5 getirisi olan tahvili satın aldığında, piyasada aynı yapıda %7 getiri veren tahviller varsa, elindekini düşük fiyattan satman lazım ki o aradaki fark karşılansın. Peki bu ne demek? Eğer şu anda elinde tahvil tutan kişi ve kurumlar varsa, faizlerin artması onların zarar edeceği anlamına gelir.

III. Bankaların hâli: Mevduat faizi, kredi faizi, diğer yatırımlar

Şimdiye kadar iki şeyi gördük: 1. Faiz artışı, tahvilleri elinde tutan yatırımcılara zarar. 2. Faiz artışı, borsada oynayan yatırımcılara zarar. Peki faiz deyince akla ilk gelen kurum bankaların durumu nasıl?

Öncelikle şöyle bir makroekonomik gerçeklik var: Yükselen faiz, bankalara zarar ettirir. Neden? Çünkü tahvil faizi yükseldikçe, bankalar da kendilerini bu alternatif tasarrufa karşı cazip kılmak için kendi mevduat faizlerini yükseltirler. Fakat mevduatların olgunluğa ulaşması, kredilerden ortalama olarak daha kısa zamanlı olduğu için, oluşan mevduat faizi-kredi faizi farkı bankalara zarar olarak geri döner.

İkincisi, borsanın şu güne kadar zirveye oynamasındaki en önemli kuruluşlar bankalar. Eğer bankaların böyle bir rahatsızlığı olsa idi, kârdan gözleri kamaşmazdı herhalde. 5 Mayıs 2013 tarihli haberden bir pasaj alıntılayayım da, bugünkü mantığın daha iki hafta önce nerede olduğuu bir sorgulayın: "Bankalardaki yükselişi dipteki faiz de destekliyor. Gösterge tahvilin faizi yüzde 5’in altına indi. Faizlerdeki düşüşte en önemli faktörlerin başında yılın ilk üç ayında yaklaşık 7 milyar dolarlık yabancı girişi geliyor. Not artış beklentisi de faize yönelik tahminlerin aşağılarda oluşmasına neden oluyor."

Üçüncüsü, bankaların portföylerinde tuttukları menkul kıymetlerin %96.5'i kamu borçlanma senetleri. Yani madde II'de açıkladığım sebeplerden ötürü, bu gelişmeler de onlara zarar olarak dönmekte.

IV. Sonuç

Şimdiye kadar gördüğümüz şu: Faizlerin yükselmesi, bankalara kısa vadede zarar olarak dönüyor. Tahvil faizlerinin yükselmesi, şu anda elinde bunları tutan yatırımcılara zarar olarak dönüyor. Borsadaki yatırımcı bu ortamda zarar ediyor. Elinde TL tutan yatırımcı zarar ediyor. Be arkadaş, bu faiz lobisi nasıl bir şeytanîlik içinde?

Eğer illâ komplo arıyorsanız, size kıyağım olsun, şunları deyin bari:

1. Evet, bir lobi var, fakat bunlar halihazırda yatırımlarını çekmiş kurumlar. Ortam biraz sakinleşecek beklentisi içindeler, o yüzden de uygun ortamda tekrar piyasaya girmek istiyorlar. Olayların provokasyonu bu yüzden.

2. Evet, bir lobi var, fakat bu ihracatçılar lobisi. Ülkenin ihracat kaleminin gelişmesi, ithalat kalemine kıyasla hep geride olduğundan, TL'ye biraz değer kaybettirip avantaj kazanmak istiyorlar, ondan olayları provoke ettiler.

3. Evet, bir lobi var, fakat bu mevduat sahipleri lobisi. Bankaların kısa vadede gireceği mevduat-kredi açmazından kâr sağlamak için bir mekanizma kurdular. (Tabii bu lobi inanılmaz geniş olduğu için, birkaç büyük oyuncu bulmanız lazım)

Deniz Gökçe'nin röportajında dediği haklı bir şey var: "İlk olarak tasarrufları artırmalıyız. Biz ülke olarak tasarruflarımızı artırırsak faiz lobisinin bir anlamı da kalmaz. Kendi yatırımlarımızı kendi tasarruflarımızla finanse eder hale geliriz. Bakın Almanya’ya, tasarruflar yüksek lobi falan da yok... " Tabii işin ironisi şurada ki, tasarrufların artmasını bir teşvik edici faktör de, evet doğru tahmin ettiniz, yüksek faiz oranlarıdır.

Ha, bir de lobilere suçu atmadan önce şunu düşünün: Yerli tasarrufu arttırma yönünde adımlar atmamış bir politika ve bunun sonucu olarak küresel şoklara açıklık; inşaata dayalı kalkınma ve bunun 1970'lerde olduğu gibi "tarım arazilerinin bitmesi" sıkıntısına elbet geleceği, cari açığa henüz tatminkâr bir çare bulunamaması, insan kapitalinin yetersizliği, takibe düşen kredilerin gittikçe artması ve tüketim bazlı ekonomik büyüme için verdiği olumsuz sinyaller... Bunların mesuliyeti kimdeyse, belki de lobinin başında o vardır. Faizler düşerken "biz düşürdük", yükselirken "faiz lobisi :(" diyenlerin, belki de sözlerinde örtülü bir kendilerinin de lobi olduğu iması vardır, ha?

Piyasaların kuralıdır: Eğer bir ülke olarak kırılganlık gösteriyorsan, yatırımcı sana göbeğinden bağlı olmadığından gözünün yaşına bakmaz.

Not: Bu "faiz lobisi" söylemini benimseyen iyi niyetli insanlar, kimlerle / ağız birliği / yaptıklarına / dikkat etsinler. Gezi parkı eylemine katılan ulusalcıları eleştirirken, yılların ulusalcı ağzına bürünenleri ve bu ağzın propagandasını yapanları bir kenara not etmek lazım.

Not 2: Daha önce Twitter'da Ekim 2011 Van depreminin arkasında faiz lobisinin olduğunu, fakat aynı faiz lobisinin referandum sürecinde Erdoğan'ı desteklediğini de kanıtlamıştım. Yazının bütünselliğini bozar diye içine yedirmedim, ama burada dursun, teyitli bilgi. Önemse ve yay.

Not 3: Finans piyasaları, ortalam 6 ayda bir etik bir skandalla çalkalanır. Faiz konusunda da yakın zamanda skandallar oldu, Taraf'ta Oğuz Karamuk özet geçmiş bugün. Sorun, a) bütün bir Gezi parkı eylemlerinin, hiçbir tutarlılık göstermeden, tamamen popülist bir şekilde "mihraklara" yıkılması; b) iktidarın bugünlere gelmesinde büyük pay sahibi olan, korunan ve kollanan finansmanın ve sahiplerinin birden kötülenmeye başlanması ve böylece bir "herkes bize düşman" sathına geri itelenmemiz. O duvarları kıralı daha çok az olmuştu halbuki.

3 Haziran 2013 Pazartesi

Olayların ardında yatan gerçekler

Türkiye büyük bir oyunun içinde. Bu oyun öyle büyük ki, hem oynayanlar, hem de oynatılanlar var. Hatta oynayan aynı zamanda oynatılan bile olabiliyor.

Öncelikle Gezi eyleminin nasıl başladığını düşünelim: Önemsiz, üç beş ağacın kesilmesi ile alakalı bir protesto, basında haber bile olmayacakken, oraya bir kişinin gelmesiyle birden haber oldu. Kim bu kişi? Sırrı Süreyya Önder. Meclisin en popüler ve kitlelere ulaşan milletvekili. Neden Gezi Parkı eylemi? Çünkü öncelikle orta sınıfın hassasiyetleri gözetilmeli idi. Zamanlama manidar mı? Elbette! Çünkü bu sınıfın sinirleri ile alkol düzenlemesi vs. gibi sebeplerden daha yeni oynanmıştı.

Bu eylemin medyada yeterince yer alması sağlandıktan, göstericilerin barışçı kimliği vurgulandıktan sonra polis  aşırı müdahale göstererek kitlelerin sokağa dökülmesini sağladı. Olayların bu yönde gelişmesi için yukarıdaki adımların yanısıra çok önemli bir adım daha atıldı: Medya birden suskunlaştı, hem de İstanbul'un göbeğinde yaşanan olaylara karşı. Böyle bir şey olabilir mi? Bu hareketin tek bir amacı vardı: Dezenformasyonun hızlıca yayılmasını sağlamak.

Şimdi hükümet yanlısı kalemlerin yazdıklarına bir bakın: Önce direnişçileri küçümseyenler, şimdi onların ne kadar tehlikeli olduklarından bahsediyorlar. Ve hatta dış mihrakların devreye girdiğinden bahsediyorlar, mesela âkıl insan Nihal Bengisu Karaca'ya göre oyunun içinde Norveç bile var! Halbuki bütün bunların tek bir amacı, gerçekten oyunu sergileyenlerin rolünü perdelemek.

Gezi eylemleri ve sonucu, tıpkı Silvan'da yaşananları andırıyor: Orada da PKK'li peşine düşmüş askerlerle avlanılmaya çalışan PKK'liler çatışmaya girmiş, sonrasında bütün kamuoyu algısı "Kürt hareketi masayı devirdi" şeklinde kurgulanmıştı. Sütten ağzı yanan BDP, kendi başlattığı eylemden niye çekilsin ki bugün? Olayların nereye gittiğini anladılar tabii. Bugün de Gezi parkı eylemleri birden şiddet gösterisine dönüşünce, "sözde özgürlük isteyen insanlar masayı devirdi" denecek.

Peki uluslararası medya bu olaya niye bu kadar ilgi gösterdi? İşte esas düğüm noktası burada: Türkiye'nin daha özgürlükçü bir yer olmasını kim istemez? Bu ülkelerin kim olduğunu anlamak zor değil. Biraz ekonomi bilgisi ile her şey açıklığa kavuşur.

Şimdi soru şu: Bu olaylar nereye gidiyor, ve nihaî olarak varılmak istenen yer neresi? Bilmiyorum. Şu ana kadar osurup osurup ipe dizdim. Çünkü suratına osurduğumun medyasında herkes en analından analiz yapıyor. Yok düğmeye basılmış, yok kaynım ona atlamış. Her bilgi, her türlü yorumlanabilir azıcık hüsnükuruntu, azıcık ekleme-çıkarma ile, n'olacak ki?

Bazen iktidarlar mala bağlar, kitleler birden gaza gelir, fırsattan istifade etmeye çalışan aktörler ortaya çıkar, aktörlerin kâr-zarar analizleri bu sebepten karışıklaşır ve de nasıl hamle yapacakları bilemediklerinden oyalama taktiklerine başvururlar. Her zaman böyle midir? Hayır. Bunu bilebilir mi dışarıdan bakan biri? Ona da hayır.

Önemli olan, tarafların taleplerini net bir şekilde dile getirecek inisiyatife kavuşmasıdır ki eğrisiyle doğrusuyla muhakeme yapılsın. Geri kalan "X ihtimali, Y-Z ekseni, A-B gaydırıguppakı" muhabbetlerinin hepsi, eğer bizzat aktörlerin ağzından çıkmıyorsa, boş beleştir, anca kafa bulandırır.

Ulan ne yazacağım diye başladım, ne diye bitirdim he, peh. Belki de bunun altında bir amaç yatıyordur. Uuu beybi.